Snippet

31 Ekim 2011 Pazartesi

Kayserispor 0 - 2 Galatasaray / Teşekkürler Aslanlar


Teşekkürler;
40 derece ateşte iğne ile oynayan Elmander,
Çapraz bağlarının koptuğunu öğrenmesine rağmen ikinci yarı da oynamak isteyen Yekta,
Aylardır resmi maç yapmayıp görev verildiğinde aslanlar gibi oynayan Ayhan,
Sahada basmadık yer bırakmayan Selçuk,
Genç Semih....
Kısaca teşekkürler Aslanlar.

ASLANLAR


Galatasaray hakem tarafından son yıllarda görülmemiş şekilde haksızlığı uğramış,tribünde ve oyuncularda tansiyon yükselmiş tam bir sinir harbi şeklinde geçen bir maçın sonucu. Bu maçın tek kazananı var. Gaziantepspor değil, Galatasaray futbolcusu... 10 kişi 9 kişi demeden ortaya konan bu mücadeleyi ancak ruhu aslan olanlar verebilir. Taraftarın takımı sahiplenmesi bir takımın futbolcularının performansını yarı yarıya artırır. Eğer bu yıl şampiyonluk gelecekse sebebi bu videodadır. Umarım sonunda şampiyonluk gelmese de bu mücadele ve bütünleşme hep baki kalır.

17 Ekim 2011 Pazartesi

Hatıralar Sardı Dört Bir Yanımı


Yukarıdaki fotoğraf çok şeyleri açıklıyor zaten. Benim gibi Galatasaray'ı 95-96 yıllarından itibaren izleyenler çok iyi bilir. O yılların getirdiği şampiyonluklar,sayısız kupalar ve en önemlisi UEFA Kupası... Hepsinin temelinde yatan şey arkadaşlık,samimiyet,inanç ve azimdi. Fatih Terim'in maç sonrası söylediği gibi, oyunu 11 değil 25 kişi oynamaktı. Bir arkadaşı hata yaptığında hatasını kapamak ve ona hırs yüklemekti. Maç esnasında geride olsa bile, maçın her dakikasını final havasında, sanki hayatının son maçı gibi oynayabilmekti. Takım gol attığında, oluşturulan sevinç yumağının arasında, gol atan oyuncuyu seçememekti. Ve hepsinden de önemlisi, oyuncusuyla, teknik heyetiyle ve taraftarıyla bir bütünün parçaları olabilmekti. Baros'un attığı galibiyet golünden sonra teknik heyetin yaşadığı sevinç, gün geçtikçe daha da sevmeye başladığımız Melo'nun golü o atmışcasına kulübeye koşup Fatih Terim ile kucaklaşmasıdır işte bir takımı başarıya götüren en temel faktör. Aslolan performans değil, aslolan mücadeledir. Nasıl ki Avrupa'ya kök söktürdüğümüz zamanlarda bu takım tek yürek olarak kan pompaladıysa taraftarına, dün akşam da benzer hayati vücut fonksiyonlarını gösterdi bozuk zeminli TT Arena'da. Arena, Sami Yen kokuyordu buram buram adeta. Dört yıldır unuttuğumuz duyguları hissettirdi Fatih'in Fedaileri tüm taraftarına. Uzun zamandır Baros'un golüne sevindiğim kadar hangi gole sevindiğimi hatırlayamıyorum.

Gelelim maç analizine... Aslında böyle bir girişten sonra maç analizi teferruattır. Ama kısaca bahsetmek gerekirse, ayağa dayalı pas oyunumuz her maç daha iyiye gidiyor. Üstelik Bursaspor gibi iyi takım savunması yapan bir ekibe karşı, gayet yüzdeli oynadık. Ancak ceza sahası çevresinde sıkıntılarımız devam ediyor. Net pozisyon bulmakta zorlanıyoruz. Tabii ki Bursaspor'un iyi kapanması da bunda etkili oldu. Üstüne üstlük bir de sahada olmasa da farkında olmayacağım Riera'nın kötü performansı ve Kazım'ın sakatlığı eklenince bütün yük Engin'in üzerine bindi. O da elinden geleni yaptı ve harika bir asistle Johan'a golünü attırdı. İkinci yarıda Engin de sakatlanınca F.Terim ister istemez oyun planını değiştirdi. Geriye yaslandı. O dakikaya kadar kalemize dahi gelemeyen Bursaspor o andan itibaren yüklendi. Net pozisyon bulamasalar da etkili kullandıkları duran toplardan birinde Türk futbolunun yeni yıldızlarından Serdar Aziz'le golü buldu. İşte asıl bundan sonrası önemli olandı. Golü yedikten sonra takımın dağılmaması, sakin kalmayı başarması ve Milan Baros gibi bir golcünün kulübeden gelip galibiyeti getiren golü atması, gol sonrası Hasan Şaş,Ümit Davala ve Fatih Hoca'nın jeneriklik sevinçleri, dahası takıma yeni katılan Ujfalusi ve Melo gibi yabancı ! oyuncuların takıma liderlik etmesi... Her yönüyle iyi yoldayız, doğru yoldayız. Ama unutmamalıyız ki, daha yolun başındayız.

Not: Maçla ilgili Muhammet Gülhan'ın yazısını okumanızı tavsiye ederim.

16 Ekim 2011 Pazar

Engelsiz Aslanlarımız Dünya Şampiyonu!

 Galatasaray Tekerlekli Sandalye Basketbol Takımımız, Japonya'da düzenlenen Kıtalararası Turnuva ''Kitakyushu Cup'' finalinde, ev sahibi ülkenin takımın Miyagi Max'ı 68-51 yenerek, şampiyon oldu. Engelsiz Aslanlarımız bu zaferle beraber Dünya Şampiyonluğu Kupasını 3. kez müzemize getirdi. TEBRİKLER...

8 Ekim 2011 Cumartesi

Sona Bir Kala | Milli Takım

 Geçtiğimiz akşam milli takımımız Almanya ile oynadı ve aslında ilk gole kadar iyi de oynadık diğebileceğimiz bir maçı kaybettik. Hiddink'in dediği gibi karamsar değil realist olmak lazım. Biz Almanya'ya rakip değiliz. Yanlış anlaşılmasın maçı berabere bitirebilirdik ve belki kazanabilirdik de. Ama böyle bir  maçı kazanmak bir iki senelik bilgi birikimiyle, taktikle, fizikle,sistemle olmuyor. Futbolda başarı bir süreçtir ve mucizeler olmadıkça bu süreci en iyi şekilde yönetenler kazanır. Bizim Almanlarla bu konuda rakip olmadığımız gün gibi ortada. En basit örnek adamların doksan doğumlu oyuncuları yanında bizimkiler çocuk gibi kalıyor resmen. Adamlarda fizikse fizik, taktikse taktik, disiplinse alası var. Bir de bizimkilere bakalım, daha yenen ilk golden sonra ne taktik kalıyor ne disiplin. Şuursuzca yapılan baskı pres ve ardında yine gol yiyorsun.
Milli takımımızın sorunu aslında Almanya maçıyla ilgili değil. Bunu çok iyi anlamak lazım. Sen gidip Azerbaycan'a saçma bir oyunla saçma bir golle yenilirsen, Avusturya maçında vasat bile oynayamıyorken son dakikada penaltı kaçırırsan; Almanya maçında müthiş mücadele etmişsin, pozüsyonlara girmişsin ne önemi var?
 Herşeye, tüm olumsuzluklara rağmen ipler yine elimizde(bence). Ben Almanya'nın evinde Belçika'ya yenileceğini düşünmüyorum. Daha doğrusu Almanya'nın İspanya dışında herhangi bir takıma yenileceğini güşünmüyorum. Burada Belçika hayatının maçını oynayacaktır, kazanmak isteyecektir diğenleri duyar dibiyim. Umarım Belçika önde oynar, bol bol hücum düşünür. Düşünür de Almanlar birkaç kontrayla cezayı kesiverir. Belçika'nın beraberliğe oynama şansı yok gibi. Bu da benim tezimi biraz da olsa destekliyor. Milli takım son maçını kazanmalı, kazanacak. Zaten Azerbaycan maçını kazanamazsak tası tarağı toplayalım, buz hokeyi falan seyredelim.

Biraz da olası senaryoları gözden geçirelim.

1- Milli takım Azerbaycan'a yenilir; Belçika 2. olur.
2-Belçika Almanya'yı yener 2. olur.
3-Milli takım berabere kalır; Belçika berabere kalır 2. olur.
4-Milli takım kazanır; Belçika kazanır 2. olur.
5-Belçika kaybeder; Milli takım kazanır 2. olur.( Benim favorim)
6-Milli takım kazanır; Almanya Mesut'un golüyle maçı berabere bitirir ve milli takım 2. olur.( Benim korkum!)

Alakasız Not: Ne olursa olsun Semih bu milli takımda ilk 18'de olmalı.

3 Ekim 2011 Pazartesi

Röportaj : Kaan Kavuşan / Yıkıma Giden Adam

Klasik Futbol blogunu ilk keşfettiğimde (takriben 1,5 yıl önce) "Aha tam da benim aradığım blog" demiştim. Klasik maçlara ve futbolculara oldukça ilgili olan biri olarak, içeriğini çok beğenmiştim blogun. Kurucusu Kaan Kavuşan'ı  da Twitter'a girdikten sonra tanımaya başladım. Galiba, FM hakkında bir şey önerdiğimde o da beni follow etmiş diye tahmin ediyorum. Daha sonra Clint Eastwood ve sinema alanındaki ortak noktalarımızla kanım kaynadı. Film önerisi almak istediğim zaman başvurduğum ilk mercidir kendisi. Sanal alemde sözüne en çok itibar ettiğim bloggerlardan biridir aynı zamanda. Sadece futbol değil, müzik,sinema ve kitap gibi alanlarda kendini yetiştirmiş, entellektüel bir birey. Zaten YıkımaGidenAdam adlı bogunda  ve  en son Blogger arkadaşlarıyla kurduğu Moon Station Z adlı yeni blogunda bu yönünü fazlasıyla göreceksiniz. Ancak bu röportajı yapmak için çok uğraştığımızı söylemeliyim!! Hehe, şaka :) Sağolsun kırmadı hiç, tek bir mail ile hallettik. Biraz klişe biraz da kendisi için özel sorularla işte Kaan Kavuşan röportajı:

- Öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğin için teşekkürler,umarım keyifli bir sohbet olur okurlar için.
- Ne demek, röportaj yapmaya layık gördüğünüz için ben teşekkür ederim.

- Bize biraz kendini tanıtır  mısın? Nerede doğdun büyüdün, okul hayatın, hangi üniversitede okudun?

- Göçmen bir aileyiz. Yugoslavya’dan gelmeyiz. Bugün Makedonya oluyor tabi.  İstanbul’da doğdum, büyüdüm ve yaşamaya devam ediyorum. Okul hayatımda askerdeki “ne fazla sivril, ne de pısırık ol” kuralını işletmişimdir. Daha güzel bir öğrenme yolu yok bence. Daha çok dinlemek, daha az konuşmak gerek öğrenmek için. Trakya Üniversitesi Radyo TV bölümü mezunuyum.



- Futboldan giriş yapalım konuya. Nasıl Fenerbahçeli olduğunu açıklar mısın, özel bir sebebi var mıdır?


- Tabii ki önce babam yüzünden. Türkiye’de babanın tuttuğu takımı tutmamak büyük cesaret ister. Ama ilk hatırladığım maç 103 gollük maçtır mesela. Turan golü attığı anda evdeki sevinç Fenerbahçe’yi tutmamın büyük sebebidir. Tabi daha sonra ilkokulda cayabilirdim, çünkü Fenerbahçe 6 senelik şampiyonluk orucuna girmişti. Ama takım kana karıştı mı zor oluyor caymak. Turan’ın golünü hatırlayarak, en büyük olduğuna inanarak geçirdiğin müthiş seneyi boşa çıkaramazsın sonuçta. Taraftarlık da bu sanırım.


- Futbol hakkında blog yazıp bir çeşit futbola emek veren biri olarak, futbol senin için ne ifade eder?


- Futbol her gün konuştuğum, tartıştığım, bir teknik direktörmüşçesine taktikler ürettiğim, bir başkanmışçasına kafamda transferler yaptığım bir şey. Her gün hayatımın içinde olduğuna göre önemli bir şey olsa gerek.



- Peki Klasik Futbol'a olan merakının temeli neye dayanıyor?



- Futbolun hikayelerini seviyorum. Karakteristik bir şey sanırsam. Ananemin masalları, dedemin hikayeleri derken bir baktım ki, babam da Cruijff’u anlatıyor bana. Ee tabi bu hikayeler, beni klasik futbola itiyor.



- Çok fazla klasik maç izlemiş biri olarak, günümüz futbolu ile klasik futbol arasındaki en belirgin farklar sence nedir ve bu farklılıkların oluşmasındaki en büyük etken nedir?



- Belirgin farklar, presin olağan üstü artması. Bu çok sıkıntı değil, dinamizm iyidir. Fakat yetenek yerine, alan daraltmacı oyunun tercih edilmesi kötü. Günümüz futbolu tabiî ki daha tempolu. Geçmişte bu tempoyu kurabilen sınırlı takım var. Brezilya 82, Hollanda 74 ve 78, Arjantin 78, 70’ler Ajax ve Bayern, son olarak Milan 88-92 arası kadro. O günlerden bugüne çok da değişim var tabi. Bu daha defansif ve oynatmamaya yönelik oyunun artış sebebi kısaca futbolun endüstriyelleşmesi ile birlikte kazanma zorunluluğun artması, maddi gelirlerin bu yüzden  dengesiz dağılarak, kulüpleri zor durumda bırakması ve antrenörlerin bu düzende büyüklerin sınırsız gibi görünen imkanlarıyla baş edemeyip, sadece onları geri püskürtmeyi kendilerine hedef seçmeleri. Tabi risk alıp kazanmak istediklerinde ve kaybettiklerinde, artık işleri geçmişe göre daha büyük tehlikede.


- Bir sürü blogger türedi artık (bizim gibi:), bu kadar blog arasında özellikle takip ettiğin bloklar ve takip etme nedenlerin?

- İnan çok blog var takip ettiğim. Chao Grey (doğru futbol anlayışı yüzünden), Stalker blog (futbolun içindeki siyasete dokunma korkusu sıfır olduğundan), lappappa blog  (sırf başlık politikası yüzünden bile takip edilir), Flying Dutchman (yazım stilini seviyorum),  YSİ blog (futbol romantizmi ile fanatik taraftarlığı karıştırmadığı için), Di Massimo Talento (Fenerbahçe’ye doğru bakan bir blog olduğu için), Basit Oyna (Benim gibi Cruijffista olduğu için), Noat Samisa (analiz okumak istediğimde), Stereotype Ball (Klasik Futbol haricindeki tek Türkçe klasik içerik), Fever Pitch ve aslında daha çok da var. İlk aklıma gelenler bunlar. Futbol dışı Moon Station Z’te yazıyoruz bir de. (Ben, fever pitch’ten mcanmutlu, stalker’dan stalker, ve lappappa)


- FB dışında sempati duyduğun takımlar hangileridir? Hem şimdikilerden hem de klasik futbol'dan sevdiğin teknik adamlar ve futbolcular,varsa nedenleri?


- Milan Avrupa’da değişmez takımımdır. Küçüklüğümün kahramanlarıydılar. Gullit, Van Basten, Rijkaard, Saviçeviç, Donadoni… Daha sonra da hep ayrı ilgiyle takip etmişimdir. İngiltere’den Liverpool, İspanya’dan Barcelona  (gerçi Atletico’yu da severim), Fransa’dan Marsilya ve Almanya’dan Bayern diğer takip ettiklerim. Bir de eski halinde olmasını hasretle dilediğim Ajax var.


- Klasikleşmiş oyunculardan Johan Cruijff (her şeyiyle), Puskas (müthiş tekniği ve şutları ile), Maradona (o sokak çocuğu yeteneğiyle), Rensenbrink (seri çalımlarıyla), Socrates (profesör zekasındaki oyunu ile) ve Brian Laudrup (hız-teknik-zeka saç ayağı dengesi ile) çok sevdiğim oyuncular. Günümüzdense Messi’yi zaten herkes takdir ediyor, ben de ediyorum tabi. Ama Kuyt, Robben, Gerrard ve Falcao’yu özellikle seviyorum

- Peki , gelecekte dünya futboluna damga vurmasını beklediğin futbolcular kimlerdir?



- Juan Manuel İturbe ve Adrian luna. Luna frikikleriyle ve top hakimiyetiyle, İturbe Messivari sürati ve seri çalımlarıyla büyük yıldız olacaktır.



- Spor yapar mısın?

- Futbol oynamayı seviyorum tabi. Halı sahalarda top tepiyoruz ortam müsait oldukça. Bu yaz basket de oynadım oldukça.

- Kitap, müzik ve özellikle de sinemaya olan ilgini izah eder misin? Sana göre kitap okumak insanda neleri değiştirir, sinema'ya olan ilginin sebebi ve hangi tür müziklerden hoşlanırsın?

- Hepsi genel kültürün dikte ettiği güzel şeyler. Bir insanın en büyük amacının entellektüel olmak olması gerektiğini düşünüyorum. Biz de her ne kadar dalga geçilse de. Tabi bunun ötesinde zevkli şeyler de. Sinema ve müzikten zevk almayan insan çok azdır. Kitap ise zaman istiyor ve bizde pek tercih edilmiyor ama okunan her doğru kitap bir şey kazandırır insana. Faust’u da okusan, Lenin’i de okusan, Philip K. Dick’i de okusan hayat görüşüne doğru gelen, hep hissettiğin ama adını koymadığın bazı şeyleri bulabiliyorsun. Bu çok şey değiştiriyor. Düşünce jimnastiği de  önemli, düşünme alışkanlığı kazanmak da. Kitap bunun en güzel yolu. Hatta okumak bir oyuncunun futbolunu dahi geliştirebilecek derecede önemli.


- Sevdiğim müzik türü rock ana başlığında. Rock ve punk severim. Brütal vokal olmadıkça metali de dinlerim. cCc Iron Maiden cCc



- Hangi tür film ve hangi tür kitapları daha çok tercih edersin? Okurlara tavsiye edeceğin kitap ya da filmler nelerdir?



- Filmde tercihim western ve bilimkurgu. Kitapta ise öncelikle bilimkurgu. Sonrası fark etmiyor, ilgimi çekecek her konuyu okuyabiliyorum. Film önerilerim, The Good , The Bad and The Ugly, Blade Runner, 2001: A Space Odyssey,  Mystic River, Pulp Fiction ve de Nuovo Cinema Paradiso. Aslında çok daha fazla yazabilirim, yer yetmez.



- En son okuduğun kitap,en son izlediğin film?


- Şu an Philip K. Dick’ten Karanlığı Taramak’ı okuyorum ve son izlediğim film The Tree of Life. (Güzel filmdi, bu da izlenebilir)



- Fırsat verilse sinemanın içinde aktif olarak rol almak ister miydin? İsteseydin neresinde olmak isterdin?



- İsterdim. Aslına bakarsan dizi setinde bulunmuştum ama şartları çok ağırdı. İnsanlar yirmi dört saat çalışıyor 12 saat dinleniyor sonra yine 16-17 saatlik mesailerine başlıyorlardı. Yönetmenlik ve oyunculuk… ikisini de isterdim. Ama teknik elemanlık, bu çalışma saatleriyle zor.



- Büyük bir Clint hayranısın aynı zamanda da Cruijff. Olur ya birgün Clint seni yeni filminin galası için sana yanından yer ayırsa, tesadüfe bak aynı gece Cruijf da "gel beraber bir şampiyonlar ligi finali izleyelim locadan" dese , hangisini tercih ederdin?



- Çok zor soru. Clint’in yaş büyük Allah gecinden versin. Clint olurdu herhâlde, daha iyi bir dinleyici. Cruijff sürekli fikirlerini anlatırdı. Gerçi onu da dinlemek zevk. Çok zor soru. Tam karar veremedim yine de.



- Sinema tarihinde, izlediğin bütün filmlerde seni en çok sürükleyen karakter ve en çok yerinde olmak istediğin karakter?


- Clint Eastwood’un İyi Kötü ve Çirkin’deki karakteri Sarışın en sürükleyicisi. Kim yerinde olmak isterdim… Bu da zor soru.  Dr. Emett Brown olabilir. Geçmişe,  geleceğe yolculuk güzel. Kafası da Marty’ye oranla rahat. Tamamdır, Geleceğe Dönüşten, Dr. Emett Brown.


- Blogdaki yazılarından anladığım, kendini kişisel olarak çok iyi geliştirdiğin yönünde. Kültürel konulardan tut da siyasete kadar birçok konuda bilgi birikimine sahipsin. Bu seviyeye gelebilmek için neler yaptın, kişisel gelişim kitaplarından faydalandın mı ya da inanır mısın bu kitaplara?



- Hayatta en inanmadığım şeylerin başında kişisel gelişim kitapları gelir. Çünkü bu kitaplar size kesin hatlarla şöyle yap, böyle yap diye anlatırlar. Kendi doğruları satış stratejileri yüzünden de kesindir. Ama hayatta hiçbir şey kesin değildir. En güzeli edebi değeri olan eserleri okumak, izlemek ve dinlemek.  Anlamaya çalışmak, anlamadığın yeri araştırmak. İyi bir edebi eserden, müthiş bir hayat görüşü yakalayabilirsin.



- Entellektüelliğin tanımı sence nedir?


- Entellektüelite beynini sınırsız bilgiye açmaktır. Tabi entellektüel olma iddiasındaki insan bu bilgileri iyi süzgeçlerden geçirmek zorunda. Hem bilgiyi alırken, hem de bilgiyi aldıktan sonra. Çünkü zaman sınırlı ve çok değerli. Yani dünya üzerinde en yararsız bilgileri öğrenmektense, yararlı bilgilere ulaşmak önemli. Bu kadar eleminasyon yapsa bile insan beyni için bilgi hâlâ sınırsız gibi.


- Yaşamın boyunca ilham aldığın, olaylara ve hayata bakış açını değiştiren ya da genişleten rol modeller var mıdır?

- Johan Cruijff sürekli sorumluluk alarak tanrılaşmış bir hayat kurgusu (futbolda tabi) sergilemesi nedeniyle (gerekli olduğunda bozuk olanı yıkmayı bilmek önemli), Clint Eastwood (dışarıdan sana nasıl rol biçerlerse biçsinler aslında görünenin çok ötesinde bir insan olabileceğini göstermesi nedeniyle).



- Özel hayatında nasıl bir adamsın? (Kıl olurum bu soruya ama belki cevaplamak istersin diye sordum,  yoksa önemli değil)

- Kendini anlatmayı fazla sevmeyen bir adamım.  Kısa geçeyim: düzgün bir insan olmaya çalışan, kültürünü geliştirmeye çalışan, bilginin en önemli şey olduğuna inanan biriyim.



- Bokunu çıkardığımız ya da çıkarılan Twitter dünyası ile ilgili ne söylemek istersin?

- Evet gerçekten bokunu çıkarıyoruz. Ben son günlerde azalttım ve çok da memnunum. Günümüz geçiyor ve nasıl geçtiğini anlamıyoruz. Kendimize daha yaratıcı işlerde kullanmak üzere yer açmamız gerek. Twitter geniş mecra tabi, türlü türlü insanla muhatap olmak sıkıcı olabiliyor. Ama oradan kurduğum arkadaşlıklar da yok değil. Ne atılır, satılır yani ama sınır koymanın gerekliliği muhakkak.

- Bilgisayar oyunu oynar mısın? Hangileri?


- Şu sıralar pek oynamıyorum. Fakat geçmişten Sensible Soccer’ı hala açıp oynarım ara sıra. Medieval Total War’ı da seviyorum. Yine CM’den-FM’ye her yıl serinin yeni oyunlarını oynuyoruz tabi. Ama beş sene öncesine göre hepsini çok daha az oynuyorum. Bilim-kurgu hayranı olduğumdan, güzel bir senaryosu olan bilimkurguya da hayır demem ama. Knights Of The Old Republic tarzında.


- Peki bizim gibi yeni yeni yazmaya başlayanlar için tavsiyelerin nelerdir?



- İyi yazmak için iyi de okumak gerek. Yazdığının iki üç katını okumak gerek. Bunun dışında yazarken kendine has bir üslup tutturmak, robotik yazmamak da güzel bana göre. Bunları tavsiye olarak verme hakkını da görmüyorum kendime, zira tavsiye almayı hiç sevmem. Ama aklınızın bir köşesinde, fikir jimnastiği yaparken düşünebilirsiniz.


- Son olarak eklemek istediğin bir şey var mı?


- Blogunuzda başarılar diliyorum. Kim ne derse desin, (benim söylediklerim de dahil hatta) siz bildiğiniz şekilde yazın. Şunu yazın, bunu yazın diye istek yapanlar, onu niye şöyle yazdın bunu niye böyle yazdın diye eleştirecek olanlar vardır. Eleştiri elbette bir düşünülüp, tartılır, ama sonuçta kendi yaptığınız size doğru geliyorsa öyle yapmaya devam edin. Sonuçta kişisel zevkiniz, hatta dini olmayan vaazınız bu.  Saygılar okurlarınıza…

- Tekrar çok teşekkür ediyoruz bu röportaj için.

- Rica ederim, benim için büyük keyifti.

Ayrıca kendisini   http://twitter.com/#!/yikimagidenadam   adresinden takip edebilirsiniz.

2 Ekim 2011 Pazar

Ankara'nın Dönüşü Güzel

İlk 4 haftada alınan 7 puan ve oynanan vasat oyun sonrasında özellikle biz taraftarlarca bu maç beklentiler yüksekti. Rakip zor günler geçiren Ankaragücü, ama deplasmanda olması yine de biraz tedirgin ediciydi, zira son 2 yıldaki deplasman karnemiz ortada. Maça takım olarak iyi başladığımızı söyleyebilirim. İlk dakikalarda Rajnoch'un şutunu çok iyi çıkaran Muslera birbakıma maçın da gidişatını değiştirdi. Hemen ardından aynı futbolcunun kendi kalesine attığı gol lig tarihinde attığımız 3000. gol oldu. Nice 3 binlere diyelim.

Özellikle ilk yirmi dakika ayağa çok iyi top oynadık. Belki net pozisyonumuz yoktu ama baskı altındaki ayağa pas oyunumuz gün geçtikçe güzelleşiyor. Bundaki etkin rol tabii ki Selçuk ve Melo'nun. Savunmada Ujfa ve Engin de bu ikiliye destek verince diğer 4 maça oranla daha özgüveni yüksek bir takım görüntüsü verdik. Engin'e ayrı bir paragraf açmak lazım. Ben şahsen orta alanda oynayabileceğine hiç ihtimal vermiyordum. Bizim Trabzonspor'dan bildiğimiz Engin, dikine oynayan, çok sıkışmadıkça pas vermeyen ve agresif tavırlı bir oyuncuydu. Galatasaray'da ise daha paylaşımcı, al-ver oynayan, savunma direnci de olan bir Engin var. Özellikle Kazım'ın olağanüstü golünde, Kazım'ın o fantastik vuruşuna rağmen golün yarısını Engin atmıştır bence. Topu çalıp hiç bekletmeden Riera ile yaptığı ikiye bir ve sonrasında Selçuk'a verdiği pas birinci sınıf bir kontra atak golü izletti bizlere. Kazım da Allah ne verdiyse vurdu.
İlk 20 dakikanın ardından 2-0 ' ın da rahatlığıyla daha rölanti oynayan Galatasaray, oyunda dengeyi kurmaya çalışan da Ankaragücü idi. Ankaragücü daha çok kanatlardan gelmeye çalıştı, özellike de sol kanattan Özgür Çek'le zaman zaman tehlikeli gelse de bu ataklar olgunlaşmadan bitti. Galatasaray'da sağ tarafta Kazım, Es Es maçında olduğu gibi yine çok koştu, takım savunmasına elinden geldiğince yardım etti. Maçın bence Galatasaray adına en etkili oyuncusuydu Kazım. Özgür hücuma çıktığı zamanlar da onun boşalttığı kanadı iyi kullandı. Zaten attığı gol de, Özgür'ün kornerde kaptırdığı top sonucunda oluşan kontradan geldi. Ayrıca zaman zaman Elmander'in yanında ikinci forvet gibi oynadı ve geriden gelen Selçuk ve Riera'ya sağlam bir duvar oldu

İkinci  45 dakikada  topa daha çok sahip olan takım Ankaragücü'ydü ama olgun atak geliştirmekten  çok uzak görüntü verdi Ankara temsilcisi.Topu sürekli kanatlara sıkıştırdılar,Galatasaray da takım olarak iyi kapanınca 
pozisyon üretmekte zorlandılar.Düşünün, takımın en yaratıcı oyuncusu sol bek oynayan Özgür Çek! Galatasaray takım olarak her geçen gün daha iyiye gidiyor. Ancak bu maç kesinlikle ölçü değil. Takım savunması iyi, ama geri dörtlü de hala soru işaretlerim var. Bir tek Ujfa ile olmaz bu iş. Gökhan'ın hatasız gözükmesi Ankaragücü'nün pozisyon üretmekten uzak oyununun bir sonucudur. Rakip forvetler çok yetersizdi. Hücum da ise gollerin dışında genel de ayağa çabuk oynayarak kazandığımız pozisyonlar var. Elmander 2, Selçuk ve Eboue de 1'er pozisyonu harcadılar. Hücum varyasyonları diğer maçlara oranla daha kaliteliydi. Selçuk,Kazım ve Elmander gün geçtikçe daha uyumlu oynuyorlar. Riera da oyun içi sürekliliği kazandığı zaman daha etkili olacaktır. Bu gece en fazla sevindiğim şey de Baros'un gol atması oldu. Kalitesini hiç tartışmam. Bence fizik olarak iyi olduğu zaman bu takımın 1 numaralı forvet oyuncusudur. Umarım en kısa zamanda toparlanır da hücumda daha akıcı bir oyun görürüz. Maçın hakemi Fırat Aydınus da gayet iyi bir maç yönetti. Özet olarak gün geçtikçe iyiye giden bir takım var ortada. Kolay değil geçen yılki travmadan çıkmak. 2-0 ken bile maç gider mi psikolojisine giriyorum inanın. Özgüven ve uyum arttığı sürece futbolun kalitesi de artacaktır.